İslam’da Saygı ve Hürmet Adabı
İnsanlar arasında saygı ve hürmet görmek neye bağlıdır? Başkasının önünde eğilmek caiz mi? Hürmeten ayağa kalkmanın hükmü nedir? İslamda saygı ve hürmet adabı…
Aynı toplumda yaşayan insanlar, gerek sâhip oldukları maddî ve mânevî imkânlar açısından, gerekse cinsiyet itibariyle farklılık arzederler. Ancak bu farklılıklara rağmen hepsi de insan olma vasfında eşittirler. Yani birlikte yaşamak zorunda olan fertlerin, birbirlerinin haklarına riâyet etmesi, karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde hayatlarını devam ettirmesi, insan olmalarının bir gereğidir. Dînimizin bu husûstaki emir ve tavsiyeleri ise meseleyi çok daha ciddî kılmaktadır.
KÜÇÜKLERE SEVGİ, BÜYÜKLERE SAYGI GÖSTERMENİN ÖNEMİ
Efendimiz buyuruyor ki:
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizî, Birr, 15)
Hadis-i şerif, küçüğe sevgi, büyüğe saygı göstermenin, Müslümanların temel ahlâkî vasfı olduğunu ortaya koymaktadır. Bir toplumun bekâsında sevgi ve saygı, hayatî önem taşıyan iki temel esâstır. Ancak konumuzla doğrudan alâkalı olması bakımından saygı ve hürmet denilince, öncelikle küçüğün büyüğe karşı davranışı akla gelmektedir. Dolayısıyla burada bilhassa hadisin ikinci kısmının altını çizmek gerekir. O da şudur; büyüklerimize saygı duymayan, büyüklerin şerefini korumayan ve büyüklerin hakkını gözetmeyen kimse, hakiki ve kâmil bir Müslüman olamaz.
Büyüklere saygı ve hürmete çağıran bir başka hadis-i şerifte ise Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Allah Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.” (Tirmizî, Birr, 75)
Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Yine bugün genç olan da Allah ömür verdiği takdirde yarın yaşlanacaktır. Cemiyette saygı geleneğinin nesiller boyu yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır. Peygamberimiz bu hadis-i şerifte yaşlı insanlara hürmet edenlere, Hak Teâlâ’nın yaşlılıklarında kendilerine hizmet edecek kimseler lutfetmek sûretiyle ikrâmda bulunacağını bildirmektedir. Bunun anlamı, yaşlılara saygı gösteren gençlerin bu hareketinin karşılıksız kalmayacağıdır. Zîra saygı beklenmez, kazanılır. Ayrıca hadiste, yaşlı kişilere saygı gösterenlerin uzun ömürlü olacaklarına da bir işâret bulunmaktadır.
O hâlde her Müslümanın kendisinden yaşça büyük olanları dikkate alması, onlara gerekli saygıyı göstermesi ve yapabileceği hizmeti sunması gerekmektedir. Böyle yapılırsa toplum kesimleri arasındaki sevgi ve saygı bağları pekiştirilmiş olur. Nesiller mutlu ve sıcak bir ilgi ortamında hayatlarını sürdürürler.
Müslüman bütün mahlûkâta karşı saygılıdır. Hattâ o zâhiren saygı ve hürmete lâyık olmayan kötü ahlâklı kimselere karşı, saygıyı tâlim etme niyetiyle hürmetkâr davranır. Nitekim Cenâb-ı Hak seçkin kullarının hasletlerini sayarken onların, kendilerine câhilce muâmelede bulunan kimselere karşı bile mülâyim davrandıklarını ve “Diyelim sûfi-i nâdâna ıraktan yâ hû” hikmetince “selâmetle” deyip geçtiklerini beyân buyurmaktadır. Yine Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’yı Firavun’a gönderirken ona yumuşak söz söylemesini emretmesi, saygılı davranmanın, en katı kalplerin bile husûmetini azaltacağını ve onları daha saygılı kılacağını göstermektedir.
SAYGI GÖSTERMENİN ADABI
Saygı göstermenin âdâbıyla alâkalı örnekler verecek olursak, herhangi bir ikrâmda sağ taraf gözetilmek sûretiyle büyükten başlanmalı veya aynı mecliste büyüklerin konuşması lâzım gelen husûslarda küçükler öne çıkmamalıdır. Fahr-i Kâinât buyuruyor ki: “Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Derken beni, biri diğerinden daha yaşlı iki adam çekiverdi. Ben misvakı küçüğüne vermek istedim. Ancak bana, «büyüğe ver» denildi. Ben de büyüğe verdim.” (Müslim, Rü’yâ, 19)
Burada, muhtemelen bu iki kişi aynı tarafta olmaları sebebiyle Efendimiz kendisine en yakın olana misvağı uzatmış, ancak Cebrâil (a.s.) tarafından uyarılarak, misvağı yaşça büyük olana vermesi istenmiştir. Olayın rüyada cereyân etmesi ise hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü peygamberlerin rüyaları sahihtir.
Sehl bin Ebî Hasme (r.a.) anlatıyor: “Abdullah bin Sehl ve Muhayyısa bin Mes’ûd, barış günlerinde Hayber’e gitmişlerdi. İşlerini görmek için birbirlerinden ayrıldılar. Muhayyısa, buluşma yerine geldiğinde arkadaşını bulamadı. Onu aradı ve bir çukurda kanlar içinde ölü olarak buldu. Çevredeki insanların yardımı ile çıkardı ve defnetti. Sonra Medine’ye döndü. Abdullah’ın kardeşi Abdurrahman bin Sehl durumu öğrenince, yanına Mes’ûd’un oğulları Muhayyısa ve Huvayyısa’yı da alarak Peygamber Efendimiz’e gitti. Oradakilerin yaşça en küçüğü olan Abdurrahman, olayı anlatmaya başladı. Bunun üzerine Efendimiz:
“Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurdu. Abdurrahman sustu, olayı ötekiler anlattı.” (Buhârî, Cizye, 12)
Görüldüğü gibi burada yaş bakımından en küçükleri olmasına rağmen maktûlün kardeşi Abdurrahman, olayı anlatmak üzere söze başlamış, ancak Allah Resûlü, büyüklerin hakkını gözetmek gerektiğine dikkat çekerek “Sözü büyüklerine bırak” buyurmuştur. Olayın, konumuzu ilgilendiren noktası da burasıdır.
Resûlullah su veya süt gibi bir şey içtiği zaman, hepsini içmez bir miktar bırakır, onu da sağ tarafında bulunana ikrâm ederdi. Sağ yanındaki yaşça küçük biri ise ondan izin almak sûretiyle sol yanındakilere ikrâm ederdi. Onun sünneti böyle idi.
SAYGI VE HÜRMET
Saygı ve hürmet gösterilecekler arasında büyükler yanında, ilmiyle âmil Kur’ân hafızları ve âdil hükümdarlar da bulunmaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Saçı sakalı ağarmış Müslümana, okuyuşunda (teğannî ile) aşırı gitmeyip, ahkâmıyla amel eden Kur’an hâfızına ve âdil hükümdara saygı göstermek, Allah Teâlâ’ya duyulan saygı ve ta’zîmden ileri gelir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 20)
Câbir’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Peygamber, Uhud Gazvesi’nde şehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtti ve sonra:
“– Bunların hangisi daha çok Kur’ân bilirdi?” diye sordu.
Neticede şehidlerden hangisi gösterildiyse, Efendimiz onu kıbleye doğru ön tarafa koydu. (Buhâri, Cenâiz, 73, 76)
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu tür tavsiye ve uygulamalarıyla bilhassa Kur’an bilgisine sâhip olana saygının, sâdece yaşarken değil, ölümden sonra da geçerli ve gerekli olduğuna dikkat çekmiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zümer 39/9) buyrulmak sûretiyle genel anlamda ulemânın hürmete lâyık olduğuna da vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla âlimlere derecelerine göre saygı gösterilmeli, toplumda bilginin ve bilen insanların saygınlığı korunmalıdır.
MUHAMMED PARSA HAZRETLERİNİN DUASI
Müslüman âlimler ve ârifler bunun pek güzel nümûnelerini sergilemişlerdir. Muhammed Parsâ Hazretleri “Altın silsile”deki pîrlerinin isimlerini sırayla zikrettikten sonra onlara olan muhabbet ve hürmetini ifâde etmek üzere şöyle duâ ederdi:
“Allah Teâlâ bizi onların muhabbeti ile yaşatsın, bu muhabbet üzere öldürsün ve mahşerde onlarla birlikte haşretsin. Onların bereketi hürmetine bizi rızâsı, likâsı, cennet ve cemâliyle rızıklandırsın.”
Aslında “bilen kişi” hak ettiği şekilde itibar görmese bile, bir şey kaybetmez. Zîra “ilim” bizâtihi bir değerdir. Ancak değerin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemez ve bu nankörlüklerini pahalıya öderler. İslâm toplumunda ise değere saygı esastır. Herkese lâyık olduğu mevki verilir. Bilen ile bilmeyen asla bir tutulmaz. Bu sebeple Müslümanlar katında, her bilgi sâhibi hürmete şâyândır. Dolayısıyla âlimlerin de ihraz ettikleri mevkînin haysiyetini korumaları gerekir. Osmanlı Şeyhülislâmı, öpmek için eğilip eline sarıldığında Abdülhamit Hân’ın söylediği şu sözler ne kadar mühimdir:
“Şeyhülislam Efendi, başınızı kaldırınız! Zîrâ bulunduğunuz makâmı temsil eden başınızdaki sarık, hiçbir zaman eğilmemelidir.” (Necip Fazıl, s. 16)
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki “bilenler”, ilim sâhibi olup bilgileriyle amel edenler yani ilimlerini yaşayanlardır. İlmiyle amil olmayıp, ondan yararlanmayanlar ise, “bilmeyenler, câhiller” gibidirler. O hâlde toplum içinde görecekleri îtibar ve muâmele de ona göre olacaktır.
Hâsılı insan olma yönünden bütün insanlar aynı hakka sâhip olmakla birlikte, toplum içindeki saygınlıkları farklılık arzedebilir. Bu durumda bir âlime câhil gibi, bir büyüğe küçük gibi, bir yöneticiye sâde vatandaş gibi davranmak büyük bir muvâzenesizliktir. Her insana, toplumdaki yer ve mevkiine uygun şekilde muamele edilmesi onun en tabiî hakkıdır. Böylesi bir tavır, ayrımcılık ve iltimas değil, insanları seviyelerine göre değerlendirmektir. Resûlullah da:
«İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muâmele ediniz!” buyurmuştur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 20)
BAŞKASININ ÖNÜNDE EĞİLMEK CAİZ Mİ?
Bütün bunlarla birlikte saygıda, İslâm’ın tasvib etmediği aşırılıklardan kaçınılmalıdır. Meselâ Hîre’de halkın başkomutanlarına secde ettiklerini gören Kays bin Sa’d, Resûlullah’a durumu anlatıp bir Peygamber olarak kendisinin secde edilmeye, yani hürmet ve ta’zîme daha layık olduğunu söylediğinde Allah Resûlü şu karşılığı vermiştir:
“– Hayır böyle yapmayınız…” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 40)
Bu ifâdeden secdenin yalnızca Allah’a yapılabileceği, yaratılmışlara secde etmenin ise saygıda aşırılık anlamına geleceğinden yasak olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Yine, kişinin karşılaştığı kardeşi veya arkadaşı önünde eğilip eğilemeyeceğini soran bir kimseye Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Hayır eğilemez.” cevabını vererek, söz konusu davranışı tasvip etmemiştir. (Tirmizî, İsti’zân, 31) Zîra bir kulluk ifâdesi olan rukû vaziyetinin, yaratılmışlar için gösterilmesi, saygıda ifrattan başka bir şey değildir.
Bununla beraber mü’min, diğer mü’min kardeşlerine gereken hürmet ve saygıyı göstermeli, onu üzecek ve tahkîr edecek hareketlerden de uzak durmalıdır. Bu hususta Allah Resûlü büyük bir titizlik göstermiştir. Ma’rûr bin Süveyd (r.a.) şöyle anlatmaktadır:
Ben, Ebû Zerr’i (r.a.) üzerinde değerli bir elbise ile gördüm. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zerr (r.a.) şöyle dedi:
“Resûlullah zamanında birini annesinin zenciliğinden dolayı ayıplamıştım. Bunun üzerine Nebiyy-i zîşân Efendimiz bana:
“Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22)
Bir insanı ırkından ve renginden dolayı kınayıp ayıplamak dinimizde kesinlikle yasaklanmıştır. Çünkü renk, ırk, cinsiyet gibi doğuştan gelen özellikler kınama sebebi olmamalıdır. Bunları tenkit, yaratıcıyı tenkit etme anlamına gelir. Bir insanın cemiyet içindeki mevkîi ne olursa olsun, eğer Müslümansa bütün mü’minlerin kardeşidir ve ona, gereken ihtiram gösterilmelidir.
HÜRMETEN AYAĞA KALKMANIN HÜKMÜ
Efendimiz, ashâbının kendisi için ayağa kalkmalarını istememiştir. Ebû Ümâme (r.a.) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah elinde bir baston olduğu hâlde yanımıza geldi. Biz de onu görünce ayağa kalktık. Bunun üzerine Peygamberimiz:
“Fârîsilerin büyüklerine yaptıkları gibi yapmayın!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Duâ, 2) Bir başka rivâyette ise; “Birbirlerine ta’zîmde bulunan Acemler gibi yapmayın” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 152)
Ancak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, Kızı Fatıma (Ebû Dâvûd, Edeb, 143) ve azadlısı Zeyd bin Hârise gibi bazı sahabîleri karşılarken ayağa kalktığı görülür. (Tirmizî, İsti’zân, 32) Yine Resûlullah bir hakemlik vazifesiyle görevlendirdiği Sa’d bin Muaz hakkında Ensâr’a hitâben: “Efendiniz (veya en hayırlınız) için ayağa kalkınız” buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî, 30)
Birbirine muhalif gibi gözüken yukarıdaki iki grup rivâyeti değerlendiren alimler, bilhassa ilim, ahlak ve fazilet sâhibi kimselerle birlikte cemiyetin faydası için çalışan makam ve mansıp sâhibi zevata, gösteriş ve ta’zîm niyetiyle değil de hürmet ve muhabbet izhar etme düşüncesiyle ayağa kalkmanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XI, 49 vd.) Efendimiz’in zât-ı âlîleri için ayağa kalkılmamasını istemesi ise onun ulvî tevâzûunun bir eseridir. Bundan daha önemlisi de, önceki toplumların büyüklerine gösterdikleri aşırı ta’zim sebebiyle şirke ve putperestliğe düşmüş olmaları; Peygamberimiz’in de ümmetini bu gibi tehlikelerden korumak istemesidir.
Öte yandan saygı ve hürmet addederek söylenen birtakım aşırı övgü ifâdelerinden uzak durmak gerekir. Zîra yerinde ve kararında yapılan medihler bir tarafa, gerçeklik payı bulunmayan yersiz övgülerin yanıltıcı ve güven zedeleyici bir tavır olduğu ortadadır. Nitekim huzurunda bir şahsı aşırı şekilde öven kimseye Resûlullah:
“– Yazıklar olsun sana! Arkadaşının boynunu vurdun.” demiş ve bu sözü üç kez tekrarladıktan sonra şu uyarıda bulunmuştur; “Şâyet biriniz bir kimseyi methetmeyi çok istiyorsa, «Öyle sanırım ki o şöyle şöyle iyidir.» desin. Bu sözünü methettiği şahsın o sıfatlarla muttasıf olduğunu bilerek söylesin. (İç yüzünü ise) Allah (bilir ve ameline göre) hesâba çeker. Binâenaleyh herhangi biriniz Allah’ı şâhid tutarak hiçbir kimseyi tezkiye ile methetmesin.” (Buhârî, Edeb, 54)
Bir başka rivâyette de: “Birbirinizi (ölçüsüz bir şekilde) methetmeyin. Zîra bu durum (methedileni) öldürmek (gibi)dir.” buyrulmuştur. (İbn Mâce, Edeb, 36)
Dalkavukça yapılan övgü, çoğu kez methedeni yalan söylemeye, medhedileni de kibir ve gurura sevketmektedir. Yalan, kibir ve gurur gibi kötü vasıfların insanı mânen ve maddeten zaafa uğrattığı ortadadır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem aşırı derecede methedenlerin yüzüne toprak saçılmasını yani bundan menfaat umanların beklentilerinin boşa çıkarılmasını, övgülerine itibar edilmemesini istemiştir. (Müslim, Zühd, 68) Hatta o, kendisini ölçüsüz bir şekilde övmemeleri için ashâbı kirâmı mânidar bir şekilde uyarmıştır. Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor:
“Bir adam Resûlullah’ın yanına geldi ve «Ey efendimiz, ey efendimizin oğlu, ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu» diye ona övgüde bulundu. Bunun üzerine Resûlullah:
«Ey insanlar, Allah’tan korkunuz! Şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resûlüyüm. Yemin olsun ki beni Allah’ın bana verdiği makamın üzerine çıkarmanızı da istemiyorum.» buyurdu.” (İbn-i Hanbel, III, 153)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bu husûstaki bir başka uyarısı ise şöyledir; “Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi siz de beni övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. O hâlde bana Allah’ın kulu ve resûlü deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)
Görüldüğü üzere Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, sâdece gerçek vasıflarının dile getirilmesini istemiş, yüce zatı hakkında yapılacak abartılı övgülerden insanları sakındırmıştır. Zîra vaktiyle hristiyanlar, peygamberleri Hz. İsâ’ya (a.s.) ulûhiyet isnadında bulunmuşlar ve onu Allah’ın oğlu telâkki ederek aşırılığa düşmüşlerdi. (en-Nisâ 4/171; el- Mâide 5/72-77)
Dolayısıyla saygılı ve hürmetkâr olmak, ifrat ya da tefrit sayılabilecek davranışlardan kaçınmakla, yani îtidale ulaşmakla mümkündür ki bu da sünnetin tesbit ve ilân ettiği bir yoldur.