Dinin Tanımı ve Kapsamı
Din nedir, ne anlama gelir? Din kelimesi ayet ve hadislerde geçiyor mu? Kuran’da din kelimesi hangi anlamlarda kullanılmıştır? Dinin tanımı ve kapsamı.
Arapça bir kelime olan din, sözlükte “örf ve âdet, ceza ve karşılık, mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkim olma ve üstün olma, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, millet, şerîat” gibi anlamlara gelir. Günümüzde batı dillerinde din karşılığı olarak kullanılan “religion” kelimesinin aslı Latince olup, “bir şeyi görev edinmek, tekrar tekrar yapmak ve okumak” anlamı yanında, “insanı yaratana bağlayan bağ” anlamını da içine alır. Her dini kültürün, din kavramını ifade etmek üzere seçtiği kelimelerin ortak noktası “yol, inanç, âdet, kulluk” ta birleştiği söylenebilir.
KURAN’DA DİN KELİMESİ HANGİ ANLAMLARDA KULLANILMIŞTIR?
Kur’an-ı Kerîm’de “din” kelimesi ile aynı kökten gelen ve “borç” anlamına gelen “deyn” kelimesi ve türevleri bir yana bırakılacak olursa, din ve türevleri doksan beş yerde geçmektedir. Din kelimesinin Kur’an’da kullanıldığı başlıca anlamlar şunlardır: Mutlak olarak itâat, boyun eğme, ibâdet; kıyamet ve ceza günü; Allah’ın dini, İslâm, tevhîd; kanun, hüküm, şerîat.[1]
Hak Din Nedir?
Mekke’de inen âyetlerde din sözcüğü daha çok, din günü, dosdoğru din, İbrahim’in dini gibi, insanları tevhîd inancı çevresinde toplamaya yönelik anlamlarda kullanılır.[2] Medine döneminde inen âyetlerde bu kelime, artık inananları bir İslâm toplumu olmaya yönlendirmiş,[3] “hak din” ifadesiyle, muharref ve bâtıl dinlere üstün kılınacağı müjdelenmiştir.[4] Şu âyetlerle de bu üstünlük açıkça vurgulanmıştır: “Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır.” [5] “Kim İslâm’dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir, o ahirette de kaybedenlerden olacaktır.” [6]
Din kelimesi Kur’an’da yalnız Müslümanların değil, başkalarının da inançlarını ifade etmek üzere kullanılmış olmakla birlikte, özel anlamda İslâm’la dinin âdeta eş anlamlı iki kelime sayıldığı ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslâm olduğu ifade edilir.[7]
Hadislerde Din
Hadis-i şerîflerde de, “din” kökünden türeyen sözcüklerin başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür. Boyun eğmek, itâat ve ibâdet etmek; “Akıllı kişi, nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah’a) ibâdet ettirendir.” [8] Bu hadiste, “dâne” fiili “boyun eğdiren, hesaba çeken” anlamına gelir. İnanç ve ibadet etmek; “Kureyş ve onlar gibi inanıp ibâdet edenler (dâne, dînehüm) Müzdelife’de vakfe yaparlardı.” [9] Hayır olsun, şer olsun karşılığını görmek; “Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün.” [10] Kahretmek, mecbur etmek anlamında. Allah’ın “Deyyân” ismi, egemen ve hâkim olan anlamına gelir.[11]
Din Kelimesi İle Eş Anlamda Kullanılan Sözcükler
Kur’an ve sünnette din kelimesi ile eş anlamda kullanılan sözcükler de vardır. Millet ve şerîat sözcükleri böyledir. Peygamberler getirdikleri dini ümmetlerine yazdırdıkları ve hep aynı yolu izledikleri için, millet sözcüğü şerîat anlamında da kullanılmıştır. “Küfür tek millettir.” sözünde olduğu gibi “bâtıl din” hakkında da kullanılır. Râgıb el-İsfahânî bu konuda şöyle demiştir: Millet, anlam olarak dine benzer, aralarındaki fark şudur: Millet kelimesi genel olarak peygamberlere izafe edilerek kullanılır. “Atalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Ya’kub’un milletine (dinine) uydum.” [12] âyetinde bu anlam görülür. Meselâ, “Allah’ın milleti, Zeyd’in milleti” denilmez. Millet, Allah’ın peygamberler aracılığı ile gönderdiği şerîatın adıdır.” [13]
DİNİN TANIMI
Bu genel bilgilerden sonra gerçek dini şöyle tanımlamak mümkündür: Din, Allah Teâlâ’nın, insanları iyiliğe yöneltmek ve kötülükten alıkoymak için, Peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği emir ve hükümlerdir. Şu şekilde de tanımlanmıştır: Din, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur. Din bu anlamda hem inanç, hem de amel konularını kapsamaktadır. İnsanla Yüce Rabbi arasındaki ilişkileri düzenlediği gibi, insanla insan, insanla eşya arasındaki ilişkileri de düzenler. Her insan akıl yoluyla bu kâinatın bir yaratıcısı olduğunu kavrayabilir. İnsana bu yetenek verilmiştir. Onun fıtratı temizdir ve yaratıcısını bulabilecek güce sahiptir. Nitekim Hz. İbrahim çocukluk yaşında, aya, güneşe ve yıldızlara bakarak önce bunların Rab olabileceğini düşünmüş, fakat kaybolup gittiklerini görünce, onların arkasındaki yüce Allah’ı sezerek gerçeğe ulaşmıştır.[14]
İnsan aklı, tabiat olayları üzerinde düşününce bunların kendiliğinden var olamayacağını ve bu tabiat güçleri arasındaki hassas dengenin kendiliğinden kurulamayacağını kabul eder. Böylece akıl, evrenin arkasındaki gizli yaratıcı gücü kavrayabilir. Bu, bir önbilgiyi de gerektirmez. İki sayısının bir’den büyük olduğunu, büyüklük kavramını bilen kişi, önceden bunu hiç konuşmasa bile, mantıkla bilir. Çünkü içi bununla doludur, bunu tasdik ve kabul etmektedir. İşte Allah Teâlâ’yı bilmek de bunun gibi insanın doğasında vardır.
Kur’an-ı Kerim’de bu mantık olgusuna şöyle işaret edilir: “Eğer kâfirlere, gökleri ve yerleri kim yarattı, diye sorarsan, onlar; Allah yarattı diyeceklerdir.” [15] Başka bir âyet-i kerimede; “Öyleyse sen, yüzünü tek Allah inancıyla, Allah insanları hangi doğa üzere yaratmışsa, o doğallıkla, dine çevir.” [16] buyurulur. Kureyş müşriklerinden Âs İbn Vail’in, Allah’ın Rasûlü’ne; “Çürümüş, dağılmış bu kemikleri kim diriltebilir?” sorusuna cevap olan şu ayette de, aynı ikna gücünü görmek mümkündür: “De ki: Onları daha önce ilk yaratan diriltecektir. O yaratmayı tam olarak bilendir” [17] Zor olan ilk yaratmadır. Bir şeyi ilk defa meydana getirenin, onu ikinci kez meydana getirmeye de gücü yeter. İnsanı dünyaya getiren güç, onu kıyamet günü niçin yeniden diriltemesin?
İnsanın yaratılışında mevcut olan temizlik, çevrenin etkisi ve şeytanın kötülüğü telkin etmesi sonucunda bozulur. İnsanın kalbi, başlangıçta ilâhî görüntülere açık, temiz bir ayna gibi iken, dünya hırsı, sınır konulmayan şehvet ve günahların üstünlük sağlayıp yerleştiği, kirli, paslı bir kalp aynası ortaya çıkar. Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra annesi, babası onu Yahudi, Hristiyan veya Putperest yapar.” [18]
Diğer yandan insanın akıl yoluyla Rabb’inin varlığını düşünüp, onaylaması yeterli olmaz. O’nu gerçeği ve nitelikleri ile tanıması gerekir. Bu da kendini tanımasını gerektirir. Bu yüzden, “nefsini, kendi gerçeğini bilen, Rabb’ini tanır” denilmiştir. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Onun gerçek olduğu, iyice ortaya çıkıncaya kadar, hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde âyetlerimizi onlara, yakında göstereceğiz. Rabb’inin her şeye tanık olması yetmez mi?” [19]
DİN NE DEMEK?
Dinî duygulardan yoksun olan insanın kendisi hakkında bildiği şeyler; bedeninden görebildiği kısımlar ve iç organlarla ilgili dışardan öğrendiği bilgilerden ibarettir. Ruhî hayatıyla ilgili olarak bildiği ise; acıktığı zaman yemek, kızdığı zaman saldırmak, cinsel isteği artınca eşine yaklaşmaktan fazla bir şey değildir. Duyguların bu kadarı diğer hayvanlarda da vardır. Bu yüzden insanın kendi gerçeğini araştırması gerekir. “İnsan nedir, nereden gelmiştir, nereye gidecektir, bu dünyaya niçin gelmiştir. niçin yaratılmıştır, dünya ve dünya ötesi mutluluğa ermenin yolu nedir?” Bütün bu sorulara cevap arayan insanoğlu artık bunların cevabını kendi mantık çizgisi içinde bulamaz. Bunların cevabını “din” verir. Gerçek dinin sahibi ve kaynağı da bizzat Cenâb-ı Hak’tır. Ancak insan, doğrudan Allah Teâlâ ile temas kurma, onunla konuşma yeteneğine sahip olmadığı için, Allah’ın kendisine neleri emredip, neleri yasakladığını bilemez. Cenâb-ı Hak insanlarla kendisi arasında elçilik yapmak üzere, peygamberler göndermiştir. İşte peygamberler aracılığı ile insanlara gönderilen ilâhî emir ve hükümlere “din” adı verilir.
Dipnotlar:
[1] bk. M. Fuad Abdülbâkî, Mu’cemu’l- Müfehres li Elfâzı’l-Kur’ân, “Dyn” mad.; Beşir Eryaysoy, “Din” mad., Şamil İslâm Ansiklopedisi.
[2] Fâtiha, 1/14; Zâriyât, 51/6; En’âm, 6/161.
[3] bk. Hac, 22/78.
[4] Tevbe, 9/29, 33; Fetih, 48/28; Saf, 61/9.
[5] Âl-i İmrân, 3/19; Bakara, 2/193.
[6] Âl-i İmrân, 3/85.
[7] Bk. Âl-i İmrân, 3/85, 99; Nisâ, 4/125; Mâide, 5/3; Şûrâ, 42/13.
[8] Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce, Zühd, 31.
[9] Buhârî, Tefsîr, sûre 3, bab, 35; Müslim, Hac, 151.
[10] Buhârî, Tefsîr, sûre, 1, bab, 1.
[11] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148, 149.
[12] Yûsuf, 12/38.
[13] İsfahânî, Müfredât, Kahire 1381/1961, s. 471, 472; Ebû’l-Bekâ, Külliyât, Âmire, 1287, s. 327, 328.
[14] bk. En’âm, 6/75-78
[15] Lokmân, 31/25
[16] Rûm, 30/30
[17] Yâsin, 36/78,79
[18] Buhârî, Cenâiz, 30, 80
[19] Fussilet, 41/53